İz bırakanlar - Selimiye’nin kandiliydi Fahreddin Duruöz (İrfan Özfatura)



Fahreddin Amcanın cenazesi bir koca ömür geçirdiği Selimiye Camiinden kalkmıştı. Eksikliği hissedilecekti, cemaat bunun farkındaydı pekâlâ...

Bizim gazetemiz bir ailedir... Büyükçe bir aile...
Dağıtıcılarımız kapılara gazete bırakmakla kalmaz sımsıcak dostluklar kurarlar. Bir süre sonra okuyucu kendini gazetenin ferdi gibi hisseder. “Şöyle olsa, böyle olsa...” diye başlayan teklifler yapar... Bunların dikkate alındığını görür, şevki muhabbeti artar.
Rahmetli Fahreddin Amca da onlardan biriydi mesela...
Bundan sonrasını arkadaşımız Cüneyt Bitikçioğlu’ndan dinleyelim...
Yıl 1992... Erenköy’de oturuyoruz...
Nasıl karlı, nasıl soğuk bir gün... Yerler takır takır buz, araçlar trafiğe çıkamıyor.
Altımda kar lastikli bir Renault, serde ise gençlik var. İsterseniz cahilin cesareti deyin, havaya aldırmıyorum o zamanlar...
Gazetede birlikte çalıştığımız bir abimiz yaklaştı. Elinde bir bidon gaz... “Sevaba girmek ister misin Cüneyt?”
- Elbette... Kim istemez?
- İyi öyleyse çek Selimiye’ye!
Yolda anlatıyor “abonelerimizden bir Seyyid amcamız var” diyor, “gaz sobası ile ısınıyor. Şimdi yetiştik, yetiştik yoksa garibim hasta olacak!”
Selimiye’nin sokaklarını bilen bilir, bodoslamasına Harem’e iner ki dik kere diktir. Hayret araba ne kayıyor, ne zorlanıyor, düzde gider gibi rahat. Bir kolaylık var ama anlayabilmiş değilim daha...

İSTANBUL BEYEFENDİSİ
Şerif Kuyusu sokaktaki Hayırlı apartmanının önünde duruyoruz. Bidonu yüklenip zile basıyoruz. Rahmetli sarındığı battaniye ile kapıyı açıyor. Burnu kızarmış elleri mor mor...
Ama sımsıcak gülümsüyor. Yüzünde bir halavet, bir letafet var. Beyaz sakalı çehresini hale gibi sarmış, adeta nur saçıyor.
İyi ki teklifi kabul etmişim diyorum, iyiki de gelmişim...
Gazyağını eşiğe bırakıp müsaade istiyoruz. “Olmaaaz” diyor, buyrun içeri. Yakıtı sobanın haznesine dökmemiz vakit almıyor, üç beş dakika sonra oda ılınıyor ısınıyor. Suhunet normale dönünce yüzü pembeleşiyor, keyfi yerine geliyor. Çay çörek çıkarıyor, belli ki ikramı seviyor.
Anladığım kadarı ile hali vakti pek yerinde değil, ev giriş katında ve en dişe dokunur kısmını merdiven boşluğu yiyor. Eşyaları kırık dökük, parçalar birbirine uymuyor. Sanırım eşten dosttan toplama,
Ama Fahreddin Amca bin kıratlık elmas gibi parlıyor. Sohbeti öyle tatlı ve öyle doyurucu ki anlatamam. Her hadiseye hikmet nazarıyla bakıyor. Ehli tasavvuf olduğu belli. Daha evvel duymadığımız konulara giriyor, girift mevzuları anlayabileceğimiz seviyelere indiriyor.
Duru, berrak, akıcı bir Türkçesi var ama Arabi ve Farisi’ye de en az Türkçe kadar vâkıf olduğu anlaşılıyor.
O ilk sohbetin tesirinden günlerce çıkamıyorum. Tanışmama vesile olan ağabeye soruyorum, “bir kere daha ziyaret edebilir miyim acaba?”
- Tabii!
- Hani rahatsız etmekten korkuyorum da...
- Ne rahatsızlığı. Aksine memnun olur...

SEVİNÇTE DE TASADA DA
Bu ruhsat cesaret veriyor. Neşeli olsam Fahreddin Amcaya koşuyorum, kederli olsam yine Fahreddin Amcaya. Zaten yolumun üstü, ufak tefek işlerini görüyor, hayır duasını alıyorum bu arada.
Bir gün İHA’da vazife yapan kameraman arkadaşım Metin Başer’e “sen hiç Allah dostu gördün mü” diyorum.
- Bilmem?
- Gel öyleyse...
Giriyoruz. Yine hoş bir sohbet, gönlümüz genişliyor, ufkumuz açılıyor. Bir ara Fahrettin Amca Metin’e dikkatli dikkatli bakıp soruyor “Evli misin yavrum”
- Evet efendim!
- Kaç çocuğun var?
Boynunu büküyor, biliyorum çocuğu yok ve çok istiyor.
Elindeki inciri uzatırken “üzülme evladım” diyor, “dilerim Rabbimden nur topu gibi bir kız evlat verir sana!”
Birkaç ay sonra Metin geliyor, nasıl sevinçli uçuyor adeta... “Abi bebek bekliyoruz. O amcanın dediği çıktı sonunda!”
- Çıkar çıkar, hem kız olursa şaşırma!
Meğer yıllardır çocuk hasreti ile yanıyorlarmış. O günlerde doktor doktor dolanmış, çalmadık kapı bırakmamışlar.
Hikâyenin sonunu biliyorsunuz. Evet, nur topu gibi bir kızı oldu, bıcır bıcır konuşup evlerini neşeye boğdu.

AYAKLI KÜTÜPHANE
Eğer cemaate gelip gittiği vakitleri de saymazsanız evden nadiren çıkar. Çok okur, okuduğu kitabın künhüne vakıf olur. Ne sorsanız cevabını alırsınız ama öyle pat diye değil, bir süre gözlerini yumar, sonra içeriden deri ciltli bir kitap getirir, sayfaları aralar.
Yani cevap benden değil demeye getirir, mehazını gösterir sana...
Bir gün genç bir hekimle konuşmalarına şahit oldum, o ne derin tıbbi bilgi... Tabip de duymadığı şeyleri öğrenmenin keyfini yaşıyor, yüzü gülüyor aydınlanıyor adeta...
Çok cömertti. Güneşin ısıtmaya başladığı bahar günlerinden birinde “Fahreddin Amca hava çok güzel” dedim, “şöyle bir turlayalım ayakların açılsın.”
Hiç gerek yok filan dese de ısrar ettim, arabaya attım. Sahilde kuytu bir yerde durduk. Gidip ekmek arası bir şeyler yaptırdım. O anda kemikleri çıkmış bir köpek gördü, etleri tek tek hayvancağıza yedirdi. Onun da canı var dedi, nasıl yutkundururum o garibi dimi ama?
Bir keresinde saçı başı dağılmış bir mekansız yolumuzu kesti. “Abi bir çorba parası!” Cebinde on lirası vardı, tereddütsüz uzattı.
“Ya Fahreddin amca” dedim, “bunlar profesyonel!”
- Olsun biz amatör kalalım da.
- Peki ya şimdi gidip şarap alırsa?
- Bana çorba dedi gerisine karışmam. İnsanları sorgulama salahiyetimiz yok, Allah indinde kimin üstün olduğu hiç belli olmaz. Ve bir beyit okudu oracıkta... “Harabat ehlini hor görme zahid, hazineye malik viraneler var!”

NİYET HAYIR AKIBET HAYIR
Evet herkese şefkat nazarıyla bakar, bardağın dolu tarafını görmeye çalışırdı ama bizi zarar görebileceğimiz insanlardan da uzak tutmaya çalışırdı. Açıkça filancaya yaklaşma dediği de olurdu icabında...
Bazen de ‘bak o arkadaşın çok candan, çok hassas, doğru dürüst bir insan” diye tavsiye ederdi, “Kıymetini bil, eteğini bırakma!”
Onu hep dua ederken görürdük, biz ondan dua isteriz, o bizden dua...
Dua, dua, dua... Eller karıncalanmış
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış
Dünya dua üzerine kurulmuş ve dua üzerine ayakta duruyor derdi. Duanın açamayacağı kapı yoktur, yüce Mevlam neye kaadir değil ki? Niyet hayr, akıbet hayr... Her işimizi Allah rızası için yapacağız, günlük işlerde de Cenab-ı hakkın rızasını arayacağız.
Niyet çok önemli... Bir talebe “Ya Rabbi senin dinine hizmet için okuyorum, Müslümanlara faydalı olacağım” dese fakülte yılları boyunca ecr kazanır... Niyyeti şan şöhret para olan da vebal yüklenir aynı koridorlarda...
Çok sakindi, asla panik yapmaz... Bir gün yolda gidiyoruz yağmur başladı. Aksilik bu ya, şemsiye de yok yanımda... “Şeker değiliz ki eriyelim” dedi, “çok çok ıslanırız bunu da dert edecek değiliz ya... “
Islansak da aldırmayacaktım ama tuhaf şeyler oldu, kupkuru geldik eve kadar.

MAL DA YALAN MÜLK DE
Bir bayram günü elini öpmek için evine gittik. Masanın üzerinde fiyonklu bir paket var. Herhalde bizden evvel gelenler bıraktılar. Gözüne ilişti, ambalajını açtı ve çikolataların hepsini cebimize çantamıza doldurdu, kutunun dibi göründü bir anda.
“Efendim gelenlere de ikram edersiniz” diyecek oldum, “adaam sende, sizden iyisini mi bulacam?”
Fahrettin amca böyleydi işte gelen gider, bir an durmaz...
Mübarek iki konunun çok üstünde dururdu. Şeriate ittiba, mahlukata şefkat!
Muktefi Yazıcı Abiden dinledim. Bir gün Selimiye sokaklarında dolanıyorlar, kasap vitrinine bakan bir sokak köpeği görüyor. Ani bir kararla dükkana giriyor elini bir sağ cebine sokuyor, bir sol cebine sokuyor. Bulduğu yırtık pangınotları tezgaha koyuyor. Kasap şaşkın, 60-70 gram bir et kesiyor. “Sarmanıza gerek yok” diyor tutup hayvanın önüne bırakıyor. Sonra bir şey olmamış gibi “Eveeet nerede kalmıştık” deyip sohbetine devam ediyor.

BİLLUR SESLİ HAFIZ
Sanırım hadiseleri anlatırken hayat hikayesini kaçırdık...
Fahreddin Amca ilmi ile amil bir alimin oğlu, nitekim genç yaşta hafız oluyor...
Sesi çok güzel, hatta gazinocular kapısını aşındırıyor, “yıldız olacaksın” deyip sahne teklifinde bulunuyorlar.
O Kur’an-ı kerimi asla geçim vesilesi yapmıyor, hassasiyeti yüzünden camilerde de vazife almıyor.
Bir ara bankada çalışıyor, maaşı iyi ama bu para içine sinmiyor. Amirleri terfi ettirmeyi düşünüyorlar, o ceketini alıp çıkıyor.
Ailesinde bir asalet olduğunun farkında, lakin bunu izah edemiyor. Beylerbeyinde sohbet ettikleri günlerden birinde Hüseyin Hilmi Efendi (Rahmetullahi aleyh) “büyüklerinize sorun efendim” diyor, “Allahü alem sizin damarlarınızda Server-i Kânatın (Sallallahü aleyhi ve sellem) kanı dolanıyor!”
Çok şaşırıyor, babasına soruyor. Ne evet diyor ne hayır. “Sen iyi bir kul olmaya bak” deyip geçiştiriyor.
Ancak son nefesini verirken eğilmesini işaret ediyor. Kulağına “o zatın söyledikleri doğrudur” diye fısıldıyor, şecerenin yerini söylüyor.


Evliya kaldı mı?

Açıkça söylemek gerekirse, etrafına insanları toplayan, yükseklere kurulup nasihat buyuran yaşlılardan hoşlanmazdım... Oldu ya denk geldi, zoraki otururdum...
Fahreddin hocamla dayım Cüneyt Bitikçioğlu sayesinde tanıştım... Sanırım hesaplamıştı, yoldan geçerken, “gel bak seni bir amcaya götüreceğim, çok güzel dini sohbetler yapar” dedi. Yine sıkılacağımı sandım ama dayımı da kıramadım.
Aman ya Rabbi vakit nasıl akmış, kendimi sohbete kaptırmışım. İçimde anlatılmaz bir ferahlık, aksi, kibirli yanlarım erimiş gitmiş, yerine çocukça bir neşe gelmiş, adeta arınmışım. İnanın kuzu kesildim, meğer böyle bir sohbete ne kadar çok ihtiyacım varmış.
Bir insan bu kadar mı mütevazı olur? Yaşı sekseni aşmasına rağmen çayı eliyle dolduruyor, tek tek önümüze koyuyor.
“Herhalde” dedim “evliya dedikleri böyle bir şey oluyor!”
İlerleyen yıllarda bir çok fevkaladelikler yaşadım ve bu şüphemin yerini muhabbet aldı. Sormayı düşündüğüm meseleleri sohbetin tabii seyri içinde anlatıyordu, acabalarım azaldı.

BAK NELER SÖYLÜYOR?
Vefatına yakındı, bir gün yine ziyarete gitmiştim. Çok edepli duruyor, feyzinden istifade için çırpınıyordum. Aniden bana dönüp sordu “sence ben evliya mıyım?” Kendimden emin bir şekilde “evet” cevabını verdim. Çok güldü, aralıktan hanımına seslendi “Safiye bu Tayfur neler söylüyor böyle?”
Sonra ciddileşti “Bak evlâdım” dedi, “Ben evliya değilim ama değilim diye yemin edemem. Sen de etme, kimse etmesin. Çünkü bazı evliyalar vardır ki evliya olduklarından habersizdirler. Evliyalık ibadetten ziyade çekmekle ilgilidir! Ne çekmekle? Dert, bela, sıkıntı, hastalık, fakirlik, bekarlık...
Bizler, her şey, her varlık ona aidiz.
O (Celle Celallühu) istediğini evliya yapar, istediğini yapmaz. Karışamayız, anlayamayız. Her şey onun değil mi? Bize n’oluyor?
Dikkatli olmak gerek, yol kıldan ince zira... Bir veli bir meclise giriyor “acaba burada benden daha yükseği var mı gibilerinden” bakıyor. Oradaki insanların en alt seviyesine indiriliyor bir anda...
Fahreddin Amca hallerinin anlatılmasından hoşlanmazdı hayattayken sırlarını açmadım. Vefat edince çok üzülmüştüm, dakikalarca ağladım, kendime hakim olamadım. Onu bu kadar özleyeceğim aklıma gelmezdi, şimdi kim bana vakit ayıracaktı, kim yanlışlarımı düzeltecek, sıkıntılarıma dert edinecek, teselli sunacaktı? Ama sonraki günlerde beni yalnız bırakmadığını gördüm. Vefatından sonra velilerin teveccühü artarmış.
Buna da şahit oldum.
Tayfur Şahin

Kaynak: Türkiye Gazetesi

Yorumlar