Tarihte Bugün: İlk Müslüman kadın tiyatro sanatçısı Afife Jale'nin ölümü (1941)

“Nasıl yaşarsan öyle ölürsün!”

Toplam 14 dalda verilen Afife Jale Ödülleri, bu sene, 20 Nisan’da Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayında düzenlenen görkemli bir törenle sahiplerine verildi. Böyle görkemli merasimler genelde bir zihniyeti empoze etmek için yapılır. Adına düzenlenen kişi de bir zihniyetin, bir misyonun temsilcisi olur. Bunun için merak ettim, kimdir bu Afife Jale; hangi zihniyeti temsil ediyor? İşte bu soruların cevabı:
1902 doğumlu Afife Jale, İstanbul Kız Sanayi Mektebi’nde okuyordu. Ama onun aklı tiyatrodaydı. Oysa o yıllarda, Müslüman kadınların sahneye çıkmaları yasaktı. Buna rağmen 16 yaşında talebe olarak genelde gayrimüslimlerin devam ettiği Darulbedai’ye başvurdu ve kabul edildi. Babası Hidayet Bey, kızını bu sevdadan vazgeçirmek için çok uğraştı. Başaramayınca sertleşti. Bir gün “Benim Afife diye bir kızım yok” diye gürledi. Zaten Afife artık sahnede, “Jale” adını kullanıyordu. Sanatı için baba evini terk etti.
Bu arada, Selahattin ile tanışan Afife onunla birlikte çalışmaya başladı. Afife söylüyor, Selahattin yani Selahattin Pınar tambur çalıyordu konserlerde.

SELAHATTİN PINAR İLE TANIŞMASI
Selahattin Pınar, Afife ile aynı yaştaydı, 1902 doğumlu idi. Ticaret Mektebi’ni bırakıp müziğe başlamıştı. Oysa babası eski Denizli Milletvekili Sadık Bey, onun hukukçu olmasını istiyordu. Bir gün Denizli’den gelen eşraf için kurulmuş bir sofrada Sadık Bey’e oğlunu sordular; Selahattin de sofradaydı. Sadık Bey, o yokmuş gibi “Selahattin çalgıcı oldu” dedi. Selahattin ayağa fırladı ve “Babacığım, rica ederim... ben çalgıcı değil, sanatkârım” diye itiraz etti.
Sadık Bey, ağır bir küfürle cevap verdi bu çıkışa. Bunun üzerine Selahattin Pınar, ceketini alıp sofrayı terk etti. Kapıdan çıkarken babası Sadık Bey, yanıbaşında bulunan gaz lambasını oğluna doğru fırlattı. Çıkan yangını güç bela söndürdüler.
Selahattin ile Afife Jale beraber çalışırken bir gün Afife zaptiye tarafından basılıp kapı önüne konulmuştu. Sahne yasaklanmıştı. İşsiz, sahnesiz ve kimsesizdi. Acısını, yatıştırıcı haplarla dindirmeye çalışıyordu. İkisi de 25 yaşındaydı. Evden kovulmuş bu iki genç evlendiler. Evde Afife söyledi, Pınar çaldı... Ancak bu günler uzun sürmedi. Afife, tiyatrosuz yaşayamıyordu ve tiyatronun boşluğunu uyuşturucularla dolduruyordu. Suriyeli bir eczacı onu morfine alıştırmıştı. Selahattin Pınar, bir gün eşinin öğle uykusu için çekildiği odasının anahtar deliğinden içeri baktığında, damarına morfin şırınga ettiğini gördü ve çöktü. Morfin için eczacıyla birlikte oluyordu Afife...
Ama Pınar, eşine öfkeden çok, merhamet duyuyordu... Onu hayata döndürebilmek için çırpınmaya başladı. Çırpındılar, bu gidişi geri çevirebilmek için... Olmadı! Selahattin Pınar, kendisi de morfin tuzağına düşer gibi oldu. Bunun üzerine Afife, “Terk et beni” diye yalvardı ona... “Yoksa sen de mahvolacaksın, bırak beni gideyim” dedi.

ZOR YILLAR VE HAZİN SON
Pınar, 6 ay sonra Afife Jale’yi terk etti. Şimdi ikisi için de en kötü yıllar başlıyordu. Afife, kimsesiz ve beş parasız, tenha parklarda yatıp kalkar, aşevlerinde karnını doyururken ayrıldığı eşinin kendisinin ardından yazdığı şarkıları taş plaktan dinleyip ağladı. Ayrılık acısını yeni bir evlilikle dindirmeyi deneyen Selahattin Pınar ise bundan kısa sürede ayrıldı.
Afife Jale, kimsesizliğinin, terk edilmişliğinin, yoksulluğunun son durağı Balıklı Rum Hastanesi’nde, bir deri bir kemik veda etti hayata... Ölümü, gazetelere haber bile olmadı. Cenazesine 4 kişi katıldı. Mezar yeri de mektupları ve fotoğraflarıyla birlikte kaybolup gitti.
Selahattin Pınar ise, bir süre sonra müdavimi olduğu Todori meyhanesine devam etti. Doktorların yasak ettiği ne varsa hepsini masaya döşetti. Rakısını yudumlarken son nefesini verdi. “Her yıl ölüm yıl dönümümde mezarıma bir büyük rakı dökün” diye vasiyet etti...
Can Dündar’ın oyunundan özetlediğim bu iki hazin hayat hikâyesi gerçekten çok ibretli. Peygamber efendimiz ne buyurmuştu: “Nasıl yaşarsan öyle ölürsün..!”

Kaynak: Mehmet Oruç'un Gönül Bahçesi Köşesindeki 05 Mayıs 2009 tarihli makalesi.

Can Dündar'ın Yazısı

Yorumlar